Freud’un çağdaşı olan histolojik boya uzmanı Camillo Golki ve Ramon Cajal isimli iki bilim insanı, 1901 yılında devrim niteliğinde bir buluşa imza attılar.
İçerisinde gümüş nitrat çözeltisi bulunan kapta unutulan beyin parçasını bir kaç gün sonra fark eden Golki bu parçayı mikroskop altında incelediğinde daha önce hiç bir parçada görmediği ağ benzeri yapılara rastladı. Böylece bu bilim insanları, nöronları ve nöronlar arasında tıpkı bir ağaç ve dalları gibi yayılım gösteren iletişim alanını tespit ederek 1906 yılında Nobel ödülünün sahibi oldular.
Biyolojik olarak beyin, insanın hayatta kalmasını sağlayan kafatasının içindeki diğer dokulara oranla yağ oranı yüksek bir dokudur; protein ve şeker içerir. Bu haliyle böbrek veya karaciğerden farklı değildir. Öyle ki 2010 yılı öncesine kadar yalnızca bedenin fizyolojik dengesini (homeostasis) sağlayan organ olarak tanımlanmıştır. Beyni diğer dokulardan ayıran en önemli fark yukarıda sözünü ettiğimiz nöron adı verilen beyindeki sinir hücrelerinin diğer hücre biçimlerinden farklı olmasıdır. Vücuttaki hücreler bir kutu şeklini andırır. Oysa nöronlar sinaps dediğimiz iki nöronun birbiriyle bağlantı kurmasını sağlayan dendrit (dendrit: Yunanca ağaç) yapılarla iletişime geçen dallı budaklı birimlerdir. Bir nöron başka bir nöronla yaklaşık 1 milyon adet sinaps vasıtasıyla iletişimdedir ve bu son derece dinamik bir süreçtir.
Yaşamımız boyunca kazandığımız bütün deneyimler beynimizdeki nöronların birbirleriyle sinapsler aracılığıyla oluşturduğu nöronal ağ bağlantılarını ve ayrıntılarını biçimlendirir. İlgi duyduğumuz alanlarda bu dinamik yapı büyür, diğer bölgeler budanır. Nöronal açıdan bakıldığında kim olduğumuz; nerede bulunmuş ve neler yapmış olduğumuza bağlıdır. Düşünce ve düşlerimizin, anılarımızın ve deneyimlerimizin tümü bu nöronal dokudan oluşur.
“Kimlik dediğimiz şey aslında bu nöronal ağdan ibarettir”.